6 Şubat 2012 Pazartesi

Meksika Cancun Seyahatimiz - 1


Açıkcası neresinden başlayıp nasıl anlatacağımı uzun uzun düşündüğüm bir yazıya başlıyorum. Meksika tatilinin haberini verir vermez duyan herkes merakla fotoğrafları ve blogda paylaşacaklarımı beklediğini söyleyince bendeki telaş haliyle tavan yaptı. Her tatilde zaten araştırmacı gazeteci modundayım, blog öyle bir sorumluluk yükledi omuzlarımıza, elimde fotoğraf makinesi hiç düşmedi. Olmadı telefonla çektim paylaşacağım diye. Şikayetçi miyim hayır asla seve seve ayrı bir gözle bakıyorum her gördüğüme, ayrı bir dikkatle dinliyorum her duyduğum ayrıntıyı. Meksika' da da öyle oldu. O yüzden elimden geldiğince aklımda kalan herşeyden bahsetmek istiyorum. Çok uzun bir yazı yazıp da sıkıcı olmak da istemiyorum. O yüzden birkaç post halinde yazacağım. Şöyle arkası yarın tadında olsun, okudukça gerisi merakla beklensin. Bakalım becerebilecek miyim ?

19 Ocak gecesi Meksika' ya doğru oldukça uzun ve zorlu bir yolculuğa başladık. Zorlu çünkü tam 4 aktarmamız vardı ve aktarmalar arası süremiz çok kısaydı. Gece saat 03.00 gibi evden çıktığımızda hiç uyumamıştım ve uçakta uyuma hayalleri kuruyordum sadece. Sadece Amerika vizesi almıştık ve aktarma yapacağımız ülkelerden biri olan Almanya için vizeye gerek duymamıştık. Son hafta vize almamız gerekebilir gibi bilgiler alınca biraz da moralsiz çıktık yola. Olur ya Almanya' dan geri yollanırsak şaşırmayacaktık. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Ankara gibi Münih de kar yağışlıydı ve uçak piste inene kadar göz gözü görmeyecek kadar kötüydü hava.

 İlk aktarmamız Münih'ten sonra ikinci uçuş New York' a idi. Hayatımın bu zamana kadarki en uzun uçuşu olacağı için ayrıca mide kramplarımın da sebebiydi. Yaklaşık 9 saatlik uçuştan sonra Newark Havaalanına indiğimizde aktarma yapmamız gereken Houston uçağı çoktan havalanmıştı. Amerikalılar inanılmaz rahat ve kendilerini zora sokmayan insanlar. Öyle ki bir sonraki uçağımıza nasıl yetişeceğimizi ve eğer olur da kaçırırsak ne yapacağımızı sorduğumuz hostes gayet keyifle ve gülümseyerek '' dert değil yetişemezsiniz zaten, alanda halledersiniz'' dedi bize. Bu arada bizdeki gibi çıtır hostesler de hiçbir havayolu şirketinde yok, hepsi 50li yaşlarında ve oldukça tecübeli. Neyse biz koştur koştur bavulumuzu alıp gümrüktü bagaj kontroldü derken bir sonraki Houston uçağına kendimizi attığımızda artık yorgunluktan bitap düşmüş haldeydik. Ben zaten uçuş korkum yüzünden gözümü bile kırpmamıştım o saate kadar. Arada kafam önüme düşse de şu boyun yastıklarından edinmediğimiz için doğru dürüst bir uyku uyuyamadık. Bedenimizin dayanabileceği son noktaya gelmiştik Houston' a indiğimizde. Ankara'dan - 12 derecede yola çıkmıştık ve burada millet şortlarla tişörtlerle sımsıcak karşılaşmıştı bizi. Varışa yaklaştıkça biz de lahana misali kat kat soyunmaya, üzerimizdeki fazlalıkları çıkarmaya başlamıştık.


Ve son uçağa bindiğimde artık tek düşündüğüm bir an önce otele varmak ve yatakla bütünleşmekti. Meksika Cancun Havaalanına vardığımızda  yerel saat gece yarısına geliyordu. Otelimize de yaklaşık 1 saatlik otobüs yolcuğundan sonra varıp odamıza yerleştiğimizde derin bir oh çektik. Dünyanın bir ucuna olabilecek en güç şekilde varmıştık. O yorgunluğun üstüne hemen uyumak yerine bavullar boşaltılıp yerleştirildi,  mis gibi duş alındı ve  son olarak da yatağa gömülündü. Sabah  alarmla uyandığımızda saat 10.00 olmuştu. Tatilde uyunur mu ? Hemen kahvaltı sonrası kendimizi kumsala attık.

Otelimiz Barcelo Maya Beach Resort 5 ayrı yerleşkeden oluşuyordu. Maya Beach , Maya Caribe Beach, Maya Colonial Beach, Maya Tropical Beach ve Maya Palace Deluxe. Diyebilirim ki döneceğimiz güne kadar otelin içinde kaybolma korkusu yaşadım. Geniş bir koyu tamamen bir otel kapatmış neredeyse. Bir ucundan bir ucuna 1,5 kilometrelik alana yayılmış.


 Ankara' nın ayazından sonra böyle tiril tiril giyinip de okyanus kenarına inmek başta garip gelse de inanın ilaç gibi oldu. İçimiz  ısındı, ruhumuz dinlendi güzelliğinden. Karayip Denizini de görmüş olduk. Açıkcası beni hayal ettiğim kadar da çok etkilemedi okyanus. Bir kere deniz ne kadar gitseniz de çok sığ. Ayrıca hep bir köpekbalığı olur mu endişesi ile mümkün değil yüzemiyor insan. En azından ben gönül rahatlığıyla giremedim. Sırf okyanusun dibine kadar gidip de girmedim dememek için bir girip ıslanıp çıktım. Zaten çok da insanı cezbeden bir görüntüsü yoktu, orada olduğumuz sürece dalgalı ve bulanıktı hep. Ama kumu çok güzel, her ne kadar hiç deniz kabuğu toplayamasam da yürüyüp kokusunu içime çektim. Bu kış burada sık sık hatırlayacağım bunu.
 Otelin 5 ayrı binası içinde sayısız restoran, havuz ve bar mevcut. Hangi binada kaldığınızın hiç önemi yok, neresi hoşunuza giderse orada havuza girip güneşlenip, istediğiniz yerde yemek yiyebiliyorsunuz. Deniz varken havuz tercih edilmez ama sanırım çoğu kişide köpekbalığı endişesi vardı ki havuzlar da en az kumsal kadar rağbet görüyordu. Tek olumsuz yani en derin havuz 150cm kadar. Ne kadar havuz gezdiysek şöyle doya doya yüzülecek boyumuzu geçeni bulamadık. Belki de havuz kenarlarına kondurulmuş barlarda gönüllerince tekila, margarita içebilsin insanlar diye böyle yapılmıştır, diye düşünmedim değil.

 Biz küçük adamı götürmedik yanımızda ama elbette yanlarında çocukla gelenler için çok eğlenceli havuzlar var otelde. Gerçi bizimkinin zaten suyla arası pek yok, gelmiş olsa bile girmezdi büyük ihtimalle.

 Benim için otelin en güzel yanı ne kumsalı ne yemekleri ne de havuzları oldu. En güzel ve beni en çok cezbeden otellerin lobilerini süsleyen yukarıda da bir tanesini gördüğünüz muazzam renkli tablolar oldu. Genel olarak hep kadın ve çocuk figürleri ağırlıklıydı ve renkler beni çok etkiledi. Benim gibi çoğu insanın da ilgisini çektiğini gördüm otelde, neredeyse herkes bu tabloların önünde poz vermek için sıra bekliyordu. David Villasenor diye bir ressama ait tablolar, sitesini incelerseniz ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Bir resim değil de sanki bir fotoğrafmışcasına detaylı ve canlı.

 Ve gelelim muzlara. Otelin her yanına dağılmış muz ağaçları, onların da görüntüsü en az tablolar kadar güzel bence. Ben meyve seven biri değilim hele de muzu hiç sevmem ama Meksika' da sanırım bu durum azıcık değişti. İlk defa orada yediğim Dominik muzlarına hayran oldum. Sonraki postta fotoğrafıyla beraber sebebini de anlatırım.
 Yine otelin içindeki konuklar dışında bir de yerlileri vardı. İguanalar, yılanlar, sincaplar, papağanlar, farklı cinslerde kargalar. Doğal bitki örtüsü inanılmaz güzel ve daha önce hiç görmediğimiz kadar yeşilin her tonu var ülkede. En fazla bizim Karadeniz sahillerini bilen biri olarak oralardan bile daha yeşil ve sık ormanlara sahip diyebilirim. Gür yağmur ormanları ne kadar verimli olduğunu gösteriyor topraklarının. Dolayısıyla o gür ormanlar içinde de bir sürü farklı canlı barınıyor. Otelin her yanında da özgürce dolanıyorlar aynen burada da levhada gördüğünüz gibi. Yani öyle aval aval havaya bakarak yürümek yok, her an önünüzde bir iguana ile karşılaşabilirsiniz. Baştan söyliyim ilk gördüğümde biraz ürktüm, hatta adamın biri kendini yere atmış yakından bir fotoğrafını çekmeye çalışıyordu, hemen makineye sarılıp uzaktan da olsa bir poz yakaladım. Sonra anladım ki otelde neredeyse müşteri sayısı kadar iguana barınıyor, günboyu selamlaşıp durduk. Hiç de öyle korkulacak gibi değilmiş, çok efendi ve sakin bir hayvancık. Bakıyor ki fotoğrafını  çekiyorsunuz hiç hareket etmeden duruyor, işiniz bitince uzaklaşıyor ormanın içine doğru.


Bu arada Meksika' da iklim hep böyle günlük güneşlik oluyormuş. Yağmur yağan ve yağmur yağmayan diye 2 ayrı mevsim olduğunu söylüyorlar. Bizim orada olduğumuz tarihte henüz çok sıcaklar yoktu, ülkenin en sıcak zamanında orada olmak çok da keyifli olmayabilir. Zira nem çok yüksek ve hava sıcaklığını olduğundan da fazla hissettiriyor.

 Her tatilde olmazsa olmaz havuzbaşı keyfimi az da olsa Meksika' da da yapabildim. Oraya gitme sebebimiz büyük adamın iş seyahati olduğu için tatil süresince 2 gün ayrı kaldık. O çalışırken ben havuzbaşında sıcağı, güneşi, sakinliği depoladım içime. Şimdi Ankara' da bol bol açıp bu fotoğraflara bakmalı.

Yine otelden bir başka ayrıntı da kaldığımız süre boyunca hemen her gün bir nikah seromonisi görmemiz oldu. Okyanusa karşı çıplak ayakla, kimseyi  telaşa vermeden romantik bir düğün hayaliniz varsa ve tabii hala bekarsanız iyi bir seçenek olabilir. Yolu azıcık uzak elbette ama farklılık istersiniz belki hani.

Bir sonraki post bir yemek bloggeri gözünden Meksika yemekleri olsun bakalım. Neler yedik, neler içtik, neleri sevdik, neleri sevmedik,  neleri bavulumuza atıp da getirdik onlardan bahsedelim.

5 yorum:

İnci Yemek dedi ki...

klavyene ,emeklerine, gönlüne sağlık canım benim bir nefeste okudum çok keyifli bir yazı hazırlamışsın :)şimdi bekle ki ikinci post yayınlansın :)hadi arayı fazla uzatmadan bekliyorum
gerisini.
sarılıp öpüyorum seni...

Hayatın Ta Kendisi dedi ki...

Adaşım yazının kalan bölümlerini heyecanla bekliyorum :) bu kkar kış da biz de seninle ısındıkk.. Süper bir gezi olmuş..

Birkaselezzet blogspot.com dedi ki...

tanıştığıma memnun oldum canım
çooook güüüüzel paylaşımlar
:))
ellerine sağlık
:))
bana da beklerim.

sevil şahin dedi ki...

Biz burada karla boğuştuk sen orada havuza girdin oh sefan olsun.

Unknown dedi ki...

ne kadara mal oldu peki .?